Asya’ya yürüyüşün otuz yılı

Genelkurmay Başkanı orgeneral Necip Torumtay’ın, Birinci Körfez Savaşı’nda Turgut Özal’a karşı çıkarak, ABD ile birlikte Irak’a karşı savaşa katılmayı kabul etmemesi ve istifa etmesi, Türkiye’nin Atlantik İttifakı’ndan kopmaya başlamasının ilk işareti olarak alınabilir.

Eşref Bitlis’in katledilmesi ve Ege’deki tatbikatta Muavenet zırhlımızın, bir ABD gemisi tarafından füzeyle vurulması, Batı’dan kopma yoluna giren Türkiye’ye ihtar eylemleriydi. Ama “Büyük Müttefik”in açık bir şekilde bölücü terörün arkasına geçmesi, Türkiye’yi de kendini savunma tedbirleri almaya yöneltti. Gelişmenin sonucunu 1994 yılında ABD yönetimine verilen rapor veciz bir şekilde ortaya koyuyordu: “Türk Generaller hizadan çıktı!”

1995 yılında 40 bin askerin katılımıyla gerçekleşen ve ABD’lilere “Vietnam’dan sonra uğradığımız en ağır yenilgi” dedirten Çelik Harekâtı, Türkiye ile “Büyük Müttefik”in askeri bakımdan karşı karşıya gelmesiydi.

Sonrası 28 Şubat sürecidir. 28 Şubat sürecinde Türkiye, Asya’ya yönelme yolunda çok somut ve önemli adımlar attı. Önce İran, sonra Suriye ile ilişkiler düzeltildi. Irak ile ilişkiler eskiden beri iyiydi. Bu gelişmenin sonucu, PKK’nın nefes alamaz hale gelmesi oldu. PKK önce Suriye’den kovuldu, ardından Türkiye’deki güçlerini sınır dışına çekerek silahlı eylemlere son verdiğini açıkladı.

Bütün bunlar “hizadan çıkan” ve Asya’ya yanaşan Türk Ordusu’nun, Türkiye’nin başarılarıydı.

Bu yönelim, en özlü şekilde, zamanın Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç tarafından 2001 yılında dile getirildi: ‘Türkiye, mevcut bağlantılarının yanısıra Rusya, İran vb. Asya ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirerek milli güvenliğini sağlamak zorundadır.’

28 Şubat döneminde, milli güvenlik ve ekonomi alanlarında Asya’ya olan yönelişin, laik demokratik Cumhuriyetin savunulması yönündeki adımlarla da desteklenmesi son derece önemliydi. Bu bütünsel politika, komşularımız başta olmak üzere Asya’nın bütün anti emperyalist güçlerine güven ve umut verdi.

Ergenekon tertibi

Sonrası, Türkiye’nin Asya’ya yönelişinde bir kesinti dönemidir. AKP’nin işbaşına gelmesi ve ardından 2007 yılı ile birlikte düğmesine basılan Ergenekon tertibinin esas amacı Türkiye’nin Asya’ya yönelişini önlemekti.

Türk Ordusu bundan dolayı hedef tahtasında birinci sıraya kondu. İkinci sırada Vatan Partisi vardı. Çünkü Vatan Partisi 1996 ve 2001 yıllarında gerçekleştirdiği Avrasya toplantıları ile deyim yerindeyse sürece önderlik etti. İran, Irak, Suriye, Çin ve Rusya başta olmak üzere Asya’nın belli başlı ülkelerindeki iktidar partileriyle kurulan ilişkilerin de Türkiye’nin Asya’ya yönelişine hatırı sayılır katkıları oldu.

Ama Asya’ya yöneliş bunun ötesinde nesnel bir gerçekliktir. Türkiye’nin en hayati gereksinmelerinden kaynaklanıyordu. Buna “Türkiye’nin mecburiyetleri” de denebilir. ABD’nin, işbirlikçileriyle Türkiye’nin Avrasyacı güçlerinin üzerine yürüdüğü yıllarda, Rusya ve Çin, birinci ve ikinci ticaret ortaklarımız haline gelmişti. Ekonomik alandaki bu gelişmeye Türkiye’nin güvenlik alanındaki gereksinimleri de eklenince Asya’ya yöneliş, önüne geçilemez bir mecburiyet halini aldı.

Atlantik ittifakı Türkiye’nin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü doğrudan tehdit eden bölücü ve yobaz terör örgütlerinin arkasındaydı. Atlantik ittifakı içinde kalmak bölünmek ve parçalanmak demekti. Türkiye, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini ancak Avrasya’da konumlanarak sağlayabileceğini hayat içinde öğrendi.

Akan suyun yolunu bulması

2014 yılında Silivri duvarlarının yıkılması bir dönüm noktası oldu. 2012 yılıyla birlikte yükselen halk hareketi, milyonların “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “Laik Demokratik Cumhuriyet” sloganlarıyla ayağa kalkmaları, tertibin bozulmasında en büyük rolü oynadı. ABD’nin FETÖ ve PKK aracılığıyla mevcut iktidarı yıkarak tamamen kendi denetiminde bir Türkiye yaratma hamlesi ters tepti. AKP iktidarı, kendi güvenliğinin de Asya’da olduğunu gördü. Sonraki süreç, Türkiye’nin artan bir hızla Atlantik’ten kopması ve Avrasya’da konumlanma sürecidir.

2016 yılında başlayan Astana süreci tarihi önemdedir. Yaklaşık 200 yıldan bu yana ilk defa bölgesel bir sorunun çözümü için Batılı merkezlerden birine değil, bir Doğulu merkeze gidildi. Türkiye, Rusya ve İran’ın birlikte hareket etmeleri sahada durumu değiştirdi.

Aynı yıl gerçekleşen ABD destekli FETÖ darbe girişimi, çıplak gerçeği bir kez daha çarpıcı bir şekilde Türkiye’ye gösterdi. Batı ittifakı içinde kalmak boğulmak demektir.

Suriye’de açılmak istenen 2. İsrail koridoruna karşı gerçekleştirilen askeri harekâtlar ise deyim yerindeyse 70 yıllık “Batı rüyası”na konulan nokta oldu.

Türkiye’nin, ABD-İsrail ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist ittifaka karşı Libya’yla imzaladığı anlaşma, Doğu Akdeniz’de kendi haklarına sahip çıkması, emperyalist dayatmalara karşı kararlılıkla durması da son derece önemlidir ve Asya’ya yöneliş sürecinin daha ileri boyutlara vardığını gösterir.

BM’de konuşma

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulunda yaptığı konuşma bir yanıyla işte yaşanan bu sürecin ürünüdür. Türkiye’nin geldiği yeri ifade etmektedir.

Ama aynı konuşmada Suriye’de 10 yıldır yaşanan trajedinin sorumluları arasında “rejim”in sayılması, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin lideri Muhammed Mursi’nin yargılama sürerken hayatını kaybetmesinin, “içimizde kanayan bir yara” olarak nitelenmesi; yaşanmakta olan sürecin henüz tam olarak anlaşılamadığının ve Türkiye’nin Akdeniz’de karşı karşıya olduğu tehditleri nasıl göğüsleyeceği konusunda net olunmadığını göstermektedir.

Açık söyleyelim: Türkiye; Suriye, Lübnan, Filistin, Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir’le hareket birlikteliği sağlamadan Doğu Akdeniz’de, “Mavi Vatan”ımıza yönelen tehdidi göğüslemede çok ciddi sorunlarla karşılaşacaktır.

Yeni dönemde Asya’da konumlanmamızın gereği de budur.