(Dördüncü dönem devam)
Amerika ve Avustralya’nın keşfi ile birlikte Avrupa’nın yoksullarının yeni bir hayat için bu kıtalara yüzyılları bulan göçü başladı. Gidenler, yüzyıllar içinde yerli halkı yok ederek yeni keşfettikleri bu kıtaya yerleştiler. 400 yıl içinde Amerika’nın yerli nüfusu 10 milyondan 300 bin kişiye indi.
20. yüzyılda ise göç tersine döndü. Dünyanın zenginliklerini yağmalayanlar kendilerine refahı sağlamışlar ama Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarını sefalete, işsizliğe ve açlığa mahkûm etmişlerdi.
Sömürge ve yarı sömürgelerin emekçileri daha iyi bir yaşam için refah içindeki Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine göç etmeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan bu göç halen devam ediyor. Kapitalist Avrupa, başlangıçta işgücü açığından dolayı bu göçe sıcak baktı. Ama bir müddet sonra ihtiyacın çok üzerinde olan göçleri sıkı kontrollerle denetim altına almaya çalıştı.
Ama son otuz yıl içinde, özellikle son on yıl içinde yaşanan göçler ise farklıdır. ABD’nin yağmalayarak yoksullaştırdığı Latin Amerika ülkelerinden Kuzeye olan göçleri hariç tutarsak, son göçler yoğun olarak Müslüman ülkelerden Avrupa’ya doğrudur. Müslümanlar, dünyayı kendilerine “cehenneme” çeviren Siyasal İslamcılardan kaçmaktadırlar.
Göç yollarında Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Yemen, Libya, Somali, Nijer, Nijerya, Çad gibi ülkelerden gelen insanlar ezici çoğunluktadır. 2014 – 2019 yılları arasında Avrupa’ya ulaşmak isterken Akdeniz’de boğulan Müslüman sayısı yaklaşık 20 bin kadardır. Yıl başına ortalama 4000 kişi düşüyor.
Her şeyi bir yana bırakalım. Başlı başına bu tablo Siyasal İslamcılığın Müslüman halklar açısından ne anlama geldiğini yeterince açıklıyor.
Genel bilanço
Müslüman ülkelerde gelişen dinciliğin, halklara çıkardığı genel fatura üzerine ise şunlar söylenebilir: Birleşmiş Milletler insani gelişim endeksinde, Müslüman ülkelerin çoğunluğu, dünya ülkeleri sıralamasında en sonlarda bulunuyorlar. Bazı ülkelerin nispeten önde olmalarının sebebinin ise, gerçek anlamda bir gelişmişlikle alakası bulunmuyor. Yüksek petrol gelirleri sonucu kişi başına gelirde yakalanan yüksek rakamlar ve bunun sonucu olan yüksek yaşam beklentisi sıralamada, Suudileri ve Körfez ülkelerini 30’lu 40’lı sıralara çıkarmış.
Ama demokratik hakların kullanımı, kadın hakları, okullarda verilen eğitimin kalitesi, bilimsel çalışmalar vb. konularında ise İslam ülkeleri, dünya ülkeleri sıralamasında en sonlarda bulunuyorlar. Ve bütün bu konularda, son kırk yıl içinde ise diğer dünya ülkeleri ile kıyaslandığında ileriye değil, geriye gidilmiş.
Geçmişe yatırım
Böyle olması normaldir. Çünkü İslam ülkeleri geleceğe değil geçmişe yatırım yapıyorlar. Bu açıdan İslam ülkeleri içinde en iyi durumda olan ülkeler arasında olduğundan kuşkumuz olmayan Türkiye, çarpıcı bir örnektir.
Bütçeden Milli Eğitime ayrılan payı, bir ülkenin geleceğe yaptığı yatırım olarak alabiliriz. Türkiye, 2019 yılında Milli Eğitime 109 milyar lira ayırdı. Gerçi bu paranın hepsi “geleceğe yapılan yatırım” değildir. Sayısı 1500’ü aşan İmam Hatip Okulları, her yıl yeni atanan öğretmenlerin yüzde onu kadar olan din dersi öğretmenleri vb. için yapılan harcamalar, 105 İlahiyat Fakültesine ayrılan ödenek düşüldüğünde, “geleceğe yatırım” için ayrılan payın gerçekte çok daha az olduğu görülecektir.
Öte yandan Türkiye’de “geçmişe yapılan yatırım” olarak din hizmetlerine, dini eğitime ve Tarikat ve Cemaatlere aktarılan pay ile adeta bir sadaka dağıtma kurumu gibi çalışan Sosyal Hizmetler Bakanlığı (Fak Fuk Fon Bakanlığı) bütçesini üst üste koyarak bir kıyaslama yapıldığında, en iyi durumda olan Türkiye’de bile gelecekten çok geçmişe yatırım yapıldığı görülecektir.
Diğer İslam ülkelerinde durumun daha iyi olmadığını biliyoruz. İslam ülkeleri geçmişe yatırım yaparak, aslında kendilerini daha güçlü zincirlerle eskiye bağlıyorlar, beyinlerini hapsediyorlar, düşünen, sorgulayan ve yaratan nesillerin yetişmesini engelliyorlar. Gelişen tarikatlar ve cemaatler oluyor. Tarikat ve cemaat bolluğu içinde dinci terör örgütleri kendilerini var eden zemini buluyor. Ve böylece emperyalist devletlerin hegemonya ve sömürü hedefleri için kullanacakları malzeme ortaya çıkıyor. Müslüman ülkelerin payına da cehalet, yoksulluk, din ve mezhep kavgaları ve iç savaşlar düşüyor.
Bu hayati sorun ancak, dünya gericiliğinin merkezi emperyalizmden tam bağımsızlık kazanılarak ve her alanda Mustafa Kemal Türkiye’si benzeri bir laiklik uygulaması hayata geçirilerek halledilebilir.