İkinci dünya Savaşı’ndan sonraki dönemi karakterize eden iki önemli gelişme yaşandı. Birinci olarak Asya ve Afrika’nın sömürgeleri bağımsızlıklarını kazandılar. Savaştan önce sayısı 40 kadar olan bağımsız devlet sayısı, 1970’lere gelindiğinde 160’ların üzerine çıktı.
20. yüzyıl böylece “Milli Devletler Dönemi” oldu.
İkinci önemli gelişme ise, dönemin “iki süper devleti” ABD ile Rusya arasında yaşanan büyük hegemonya mücadelesi idi. Savaş sonrası yeni ortaya çıkan güç dengeleri içinde ABD’nin en büyük rakibi olarak Sovyetler Birliği öne çıktı. Sovyetleri kuşatmak, Sovyetlerle yeni kurulan milli devletler arasında bağ kurulmasını önlemek, ABD dış politikasının hedeflerinin başında geliyordu.
Bu tablo içinde ABD ve Siyasal İslamcılar iki doğal müttefik olarak ortaya çıktılar. Düşmanları ortaktı. Bütün Müslüman ülkelerde milliyetçi hareketlerin güçlenmeleri, sömürgeciliğe karşı verilen mücadeleye önderlik etmeleri ve bu mücadeleleri başarıya ulaştırmaları Siyasal İslamcıları iyice etkisiz hale getirmiş ve bir çok ülkede marjinal konumlara düşürmüştü. Toplumsal ve siyasal hayatın kenarlarına sürülen bir akım olarak Siyasal İslamcıların sırtını dayayacağı güçlü bir müttefike ihtiyaçları vardı.
Öte yandan Sovyetler ile kıyasıya bir rekabet içinde olan ABD’nin ise bu mücadelede “kullanılmaya elverişli bir müttefike” olan ihtiyacı yakıcı idi. Sovyetler Birliği güneyinden, en Batı’dan Orta Asya’ya kadar Müslüman ülkelerle çevriliydi. Ayrıca Sovyetlerin içinde de hatırı sayılır bir Müslüman nüfus vardı. Bu koşullar içinde ABD ve Siyasal İslamcı hareketler birbirlerine ihtiyaç duyan iki doğal müttefik olarak ortaya çıktılar.
Nasırcılık, Baas hareketi, Burgiba, Kaddafi, Nimeyri vd.
Sovyetler ve Komünizm dışında ABD ve Siyasal İslamcıların bir ortak düşmanları daha vardı. Hatta 20. yüzyılın damgasını vuran milli devletler gerçeğini göz önüne alırsak, bu “düşman” daha da önemliydi. Hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde Türkiye’deki Kemalist hareketin çeşitli versiyonları ortaya çıktı. Mısır’da Nasırcılık, Suriye ve Irak’ta Baas hareketi (Saddam ve Esad), Tunus’da Burgiba, Cezayir’de Bin Bela ve Bumedyen’in önderlik ettikleri Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN); sonraki yıllarda Libya’da Kaddafi, Sudan’da El Nimeyri, Somali’de Siad Barre… Bütün bu isimler tarihsel olarak benzer programı uygulayan siyasal hareketlerin liderleri olarak sahne aldılar. Bir yandan emperyalizme karşı mücadele edip milli devletlerini inşa ederken diğer yandan değişen ölçülerdeki laiklik uygulamalarıyla Siyasal İslamcıların hayat alanını daralttılar. İşte, Siyasal İslamcılarla emperyalistlerin işbirliği yapmalarını zorunlu kılan nesnel durum buydu.
Yeşil Kuşak ya da Ilımlı İslam
ABD, meşhur Yeşil Kuşak projesini bu koşullarda uygulamaya koydu. “Yeşil Kuşak” veya “Ilımlı İslam”… İki kavram da CIA’ya aittir. Yeşil Kuşak ile kastedilen ABD yanlısı İslamcıların etkin olduğu siyasal iktidarların işbaşına geldiği ülkelerin Sovyetleri Güneyden çevrelemesidir. “Ilımlı İslam” ile kastedilen ise Batı ile işbirliği yapan İslamcı yönetimlerdir. İkisi de aynı kapıya çıkıyor.
ABD yönetimi 1950’lerden itibaren bütün Müslüman ülkelerdeki İslamcı örgütlerle bağ kurdu. Bu örgütlerin Suudilerle ilişkilerini sağladı. Suudilerin petrol parası bütün Müslüman ülkelerde dinci örgütleri finanse etmekte kullanıldı. Türkiye gibi laikliği en ileri biçimde uygulayan bir ülkede bile Avrupa’da görevlendirilen din adamlarının ödenecek maaşları, bir dönem Suudi kaynaklarından (Rabıta) sağlanabilmişti.
ABD, kurduğu ilişkiler ve yaptığı yatırımlarla, işbirliği yaptığı örgütlerin serpilip gelişmesini sağladı. Bu konuda en çarpıcı örnek belki de Türkiye’dir. ABD daha 1950’li yıllardan beri Türkiye’nin laiklikten uzaklaşması ve dini cemaat ve örgütlerin gelişmesi için yoğun bir çaba harcadı ve bunda başarılı oldu.
1960’larda “Komünizmle Mücadele Dernekleri” içinde örgütlenerek uzun yolculuğuna başlayan Fethullah Gülen’in 2000’li yılların ilk 15 yılında T.C. Devleti içinde en etkin güç haline gelmesi, Emniyet, Yargı ve Silahlı Kuvvetler içinde en büyük güç olması, ABD’nin söz konusu politikasının Türkiye’deki uygulamasının sonucudur. Öte yandan gene ABD’nin daha 1996 yılında Siyasal İslamcı Refah Partisi içinde bir ekibi (Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül vd.) bir dizi operasyonun ardından 2002 yılında iktidar yapması, ABD’nin “Ilımlı İslam” politikasının Türkiye’deki bir başka cephesi oldu.
Dinci örgütlerin güçlenmesi
Benzer gelişmeler üç aşağı beş yukarı bütün İslam ülkelerinde yaşandı. Bu ülkelerdeki milli burjuva yönetimlerin sorunları çözememeleri, yaşanan taşlaşmalar, iktidarı ele geçiren burjuva ekibin ülke kaynaklarını kendileri için kullanması, tutarlı bir programa sahip olmadıkları için bir müddet sonra emperyalist ülkelerle işbirliğine yönelmeleri ve giderek teslim olmaları; bütün bunlar Siyasal İslamcı hareketlere gelişme olanağı verdi.
Bütün bu olumsuzlukların üstüne bir de, Müslüman ülkelerdeki yönetimlerin gerek dinci akımlara karşı mücadelede daha güçlü olmak, gerekse kitleleri daha kolay denetim altında tutmak için “dini kullanma” politikasına yönelmeleri geldi. Türkiye’de “dini siyasete alet etme” diye bilinen, gerçekte tutarlı bir çözümleri olmadığı için dinciliğe taviz vererek kitleleri daha rahat kontrol etme kolaycılığına sapma anlamına gelen bu politikalar, sonuç olarak her tarafta dinci akımları daha da güçlendirdi.
Milliyetçi önderliklerin bu dönemdeki kimi yenilgileri de Siyasal İslamcıları güçlendirdi. 1967’deki meşhur “Altı Gün Savaşı”nda İsrail karşısında uğranılan hezimet, Arap Dünyasında milliyetçi – laik önderliklerin büyük bir itibar kaybına yol açtı. Cemal Abdül Nasır’ın yerini alan Enver Sedat, Müslüman Kardeşlerle uzlaşma yolunu seçti ama bu taviz, Sedat’ın kendisinin Müslüman Kardeşler tarafından bir suikast ile ortadan kaldırılmasını önleyemedi. Türkiye dahil diğer bütün Müslüman ülkelerde de geçen her yıl, dinciliğe verilen yeni tavizler ve her taviz de dinciliğin biraz daha güçlenmesi anlamına geldi.
Karşı devrim dönemi
Bu arada Dünya dengelerinde yeni değişmeler yaşanıyordu. 1917 Ekim Devrimi ve Türk Kurtuluş Savaşı ile başlayan devrim dalgası, 1970’lerin ortasında zirvesine ulaştı ve geri çekilmeye başladı. Sovyetler Birliği 1960’lı yıllarla birlikte artık Sosyalist bir ülke olmaktan çıkmış, ABD ile Dünya çapında hegemonya yarışına giren kapitalist-emperyalist bir ülke haline gelmişti. Ve 1970’li yılların sonunda iki süper devlet arasında bir denge durumu, bir pat durumu ortaya çıkmıştı. ABD, Hindiçini’nde ağır bir yenilgi almış, yaralarını sarmakla meşguldü. Sovyetler Birliği ise silahlanma yarışında bir çok konuda ABD’yi geride bırakmış, dünyanın bütün denizlerinde filolar dolaştıran ve Afganistan, Yemen gibi ülkelerde askeri darbeler örgütleyebilen bir güç durumuna gelmişti ama ekonomik açıdan yaşadığı darboğaz daha büyük bir atılım yapmasının önünde engeldi.
İşte süper güçler arasındaki bu denge durumu, bir yanda emperyalist merkezlerden bağımsız dinci hareketlerin varlığını mümkün kıldı. Ama öte yandan Afganistan’da 1970’lerin sonuna doğru meydana gelen gelişmeler, ABD’ye; otuz yıldır tohumunu ektiği, beslediği, büyüttüğü Yeşil Kuşak Projesinin meyvelerini toplaması açısından da yeni fırsatlar yarattı.
(Devam edecek)