Siyasal İslam’ın İkinci Dönemi, Kapitalizmin Emperyalizm aşamasına ulaştığı, bütün ülkelerin tek bir kapitalist dünya ekonomisi içinde birleştiği, yani geleneksel üretim ilişkilerinin ve toplumsal yapıların dünyanın her tarafında çözülmeye başladığı 20. yüzyılın başlangıcına denk gelir. Bu dönemde geçmiş yüzyıllarda Batı Dünyasında büyük toplumsal dönüşümlere sınıf olarak önderlik eden burjuvazi ve feodalizme karşı mücadele içinde ortaya çıkan demokratik fikirler ve program, dünyanın o güne kadar “uykuda olan” bölgelerinde ve elbette İslam ülkelerinde de ortaya çıktı.
Sömürgeci saldırıya karşı ne yapılabileceği, nasıl bir örgütlenme ve programla bu saldırının püskürtüleceği sorularının cevabı, doğal olarak ilk önce Doğunun eski imparatorluk merkezlerinde verildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın ortalarından itibaren Genç Osmanlılar ve sonuna doğru Genç Türkler şeklinde ortaya çıkan örgütlenmeler ve meşruti bir düzen için verilen mücadeleler, bu arayışın ilk örnekleridir. 1908 yılında gerçekleşen Genç Türk Devrimi, bu mücadelenin Dünya çapında etkileri olan ilk önemli sonucuydu. Gene aynı dönemde İran’da 1907 ve 1909 Meşruti Devrimleriyle vücut bulan hareketler ve Çin’de 1911 yılında Sun Yat Sen önderliğinde gerçekleştirilen Demokratik Devrim, 1911 Meksika Devrimi; geleneksel ideoloji ve kurumlar tarafından değil, yeni ortaya çıkan burjuva demokratik önderlikler tarafından başarılmıştı.
Doğu Dünyası uyanıyordu. Bu uyanış hem Batının sömürgeleştirme saldırısına, hem de eskinin feodal kurum ve ilişkilerine karşıydı. Hedeflenen bağımsız ve demokratik bir toplum ve devlet yapısıydı.
Aynı dönemde Batı dünyasında da yeni bir sınıf, işçi sınıfı; toplumsal muhalefetin başına geçmişti. Yani Doğu Dünyasında kitleler bağımsızlık ve demokrasi için ayağa kalktıklarında Batı dünyasında kendileriyle dayanışma halinde olacak bir demokratik burjuva sınıf kalmamıştı. Tam tersine bir yüzyıl önce feodalizme karşı demokratik taleplerle ayağa kalkan ve toplumsal muhalefete önderlik eden burjuvazi, yüz yıl sonra iktidar mevzilerinde olan emperyalist bir güç haline gelmiş ve Doğuda bağımsızlık ve demokrasi şiarlarıyla ayaklanan kitlelerin karşısındaki esas düşman olmuştu.
İşte bu koşullarda sömürgeler ve yarı sömürgeler dünyasında uyanan ve ayağa kalkan halklar, Batı dünyasında müttefik olarak hareketlerine sempati ile bakan ve kendilerine samimiyetle destek veren İşçi sınıfını ve sosyalistleri gördüler.
Dünyada yeni saflaşma
Yani 20. yüzyılın başında Dünya’daki saflaşma özetle şöyleydi: Batı dünyasında gerici emperyalist burjuvazi ve onun karşısında mücadele eden emekçi kitleler ve onların siyasal örgütleri olan Sosyalist Partiler…
Sömürge ve yarı sömürge halklar dünyasında ise burjuva demokratik fikirlerle uyanan, bir yandan sömürgeci Batılı güçlere karşı mücadele ederken diğer yandan yerli feodal güçlere karşı mücadele eden milli burjuvazi, emekçi kitleler ve Milli Demokratik Devrimci aydınlar…
İşte bu tabloda kapitalist emperyalist dünyada mücadele eden devrimciler, uyanmakta olan ezilenler dünyasında, Dünyanın geleceğini ve en büyük müttefiklerini gördüler. Lenin 1913 yılında yazdığı “İleri Asya Geri Avrupa” makalesinde bu gerçeği işliyordu.
Aynı şekilde sömürgeciliğe ve yerli feodal gericiliğe karşı ayağa kalkan ezilen dünyanın devrimcileri de kapitalist dünyanın emekçi hareketleri şahsında en doğal ve en büyük müttefiklerini gördüler. Ekim Devrimi ve Sosyalist Sovyetler Birliği ile, mazlumlar dünyasının bu en büyük ve en sağlam müttefiki, elle tutulur hale geldi.
Ortak kader ortak düşman
Emperyalist burjuvazi ise gelişmekte olan emekçi hareketinde kendi ölümünü gördü ve bu tehlikeye karşı koyabilmek için daha yakın zamana kadar mücadele ettiği Ortaçağ güçleriyle mücadeleyi bıraktı, ittifak yoluna gitti. Çünkü emekçi hareketinin savunduğu sosyalizm, her türlü baskı ve sömürü düzenine karşıydı. Bu anlamda emperyalist burjuvazinin de, feodal kalıntıların da ortak düşmanıydı.
Doğu dünyasında gelişmekte olan Milli Demokratik Devrimci Hareket de hem sömürgecilere hem de Ortaçağın feodal güçlerine karşıydı. Bu durumda Sömürgeci emperyalistler ve yerel Ortaçağ güçleri, milli devrimci hareketlerin şahsında ortak düşmanla karşı karşıya olduklarını gördüler.
Bu nesnel durumun kaçınılmaz sonucu, daha önceki yüzyılda hemen hemen bütün sömürgelerde ve yarı sömürgelerde karşı karşıya gelen ve savaşan güçler, bu yeni tehlike karşısında ittifak yoluna gittiler. Eski düşmanlar dost olmuşlardı.
Ekim Devrimi ve Türk Milli Kurtuluş Savaşı
20. yüzyılın başında gelişen ve yeni bir çağın kapısını aralayan Rusya’daki Ekim Devrimi ile Türk Milli Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan saflaşmalar bu yeni dönemde kimin nerede durduğunu net bir şekilde ortaya koydu.
1917 Ekim’inde Çarlığı devirerek iktidara gelen sosyalistler, sonraki yıllar içinde Batının diğer kapitalist ülkelerinde gerçekleşecek ve kendilerine destek olacak yeni emekçi devrimlerinin olmasını beklediler. Ama bekledikleri gerçekleşmedi. Tam tersine kendilerine destek olacak esas müttefikin, daha önce ilk belirtilerini saptadıkları Doğu Dünyasında olduğunu gördüler.
1 – 7 Eylül tarihlerinde Azerbaycan’ın Başkenti Bakü’de gerçekleşen Birinci Doğu Halkları Kurultayı ile birlikte Sovyetler Birliği Devrimcileri gözlerini ve dikkatlerini Doğuya çevirdiler. Sovyetler, Türk Milli Kurtuluşçularından Afganistan’da İngilizlere karşı direnen Emanullah Han’a kadar ezilenler dünyasında Batı sömürgeciliğine karşı örgütlenen ve mücadeleye atılan bütün hareketler ile bağlar kurdular, yardımcı oldular. 1920’li yıllar hemen hemen bütün sömürge ve yarı sömürge ülkelerde Milli Demokratik Devrimci ve Sosyalist örgütlenmelerin pıtrak gibi bittiği yıllar oldu.
Türk Milli Kurtuluş Savaşında ise saflaşma şöyle gerçekleşti. Sosyalist Sovyetler Birliği, emperyalist sömürgeciliğe karşı savaşan Atatürk ve arkadaşlarının en büyük dostu oldu. Halife Sultan ise işgalci emperyalistlerle beraberdi.
Aslında bu saflaşma Kurtuluş Savaşı ile birlikte ortaya çıkmadı. 1908 Devrimi sırasında ve sonrasında Derviş Vahdeti önderliğindeki Volkan gazetesi çevresi, devrime karşı Batılı devletlerin elçilikleriyle birlikte hareket ettiler. Sonrasında da Halife Sultan yanlılarının oluşturduğu Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti, İttihat ve Terakki karşısında emperyalist işgalcilerle kader birliği yaptılar.
Bu işbirliği Kurtuluş Savaşı ardından gerçekleşen Cumhuriyet Devrimleri ile birlikte daha da ileri gitti. Kurtuluş Savaşı’nın Kemalist önderliği bir yandan emperyalizme karşı her alanda tam bağımsız Türkiye’yi inşa etme yolunda adımlar atarken, öte yandan feodal kurum ve ilişkilerin tasfiyesi yolunda kapsamlı bir programı uygulamaya koydu. Sultanlığın ve Halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması, Eğitimin Birliği Kanunu, Medeni Kanunun kabulü, yeni alfabenin benimsenmesi, laikliğin anayasa hükmü ve Türk Devriminin esaslarından biri olarak benimsenmesi vb. vb.
20. yüzyıl Türkiye tarihi, bütün İslam ülkeleri tarihi ve genel olarak bütün dünya tarihi, çok sayıda olgu ile emperyalizm ile ortaçağ güçlerinin işbirliğinin çağımızın en önemli gerçekliklerinden biri olduğunu tekrar tekrar gösterdi. (Devam edecek)