Çürümenin ve bitişin toplumsal boyutu

Bir sistemin çürümesi, sadece o sistemin efendilerinde görülen yozlaşma, tutuculaşma, en kifayetsiz kişilerin öne çıkması, yetenekli ve dürüst olanların köşelere itilmeleri, yolsuzluk ve kayırmaların alıp başını gitmesi, ekonomik kriz, muhalif seslerin akla gelebilecek her yönteme başvurularak bastırılmak istenmesi şeklinde kendini göstermez.

            Sistemin çürümesi, aynı zamanda toplumdaki insan malzemesinin de bozulması, toplumsal ilişkilerin bozulması anlamına gelir. Daha doğrusu belirttiğimiz bu yöndeki gelişmenin örnekleri ön plana çıkar. Toplum içinde normal olarak hayatını yaşayan, alışılagelmiş toplumsal ilişkilere ve normlara saygı göstererek yaşamını devam ettirmek isteyenler, büyük çoğunluğu oluşturdukları halde arka plana itilirler, adeta gözden kaybolurlar.

            Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore romanında işgal İstanbul’unda yaşanan toplumsal çürümeyi anlatır. Çöken Osmanlı sisteminin, toplumsal ilişkilere ve insana nasıl yansıdığının çarpıcı bir fotoğrafını resmeder romanında. Ama elbette 1920 Türkiye’si sadece işgal İstanbul’unun yozlaşmış insanından ibaret değildi.

            Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet Devrimi’ni, o yozlaşmanın ve çürümenin dışında kalabilenler başardılar.

            Bugünün Türkiye’si ile ilgili olarak ne demek istediğimizi ise, hemen her gün tanık olduğumuz kimi olguları hatırlatarak anlatmaya çalışalım.

TV HABERLERİNE YANSIYAN ÇÜRÜME

Herhangi bir akşam, sistemin belli başlı televizyon kanallarının haber bültenlerine bakınız, Türkiye’nin insan malzemesinin ne durumda olduğunun çarpıcı fotoğraflarını görürsünüz.

            Her gün artık aleni olarak çok yaygın bir şekilde gerçekleşen soygun, hırsızlık ve gasp vakaları;

            En küçük anlaşmazlıkların, çoğunlukla silahın da kullanıldığı kavgaya dönüştüğünü gösteren olaylar; karşısındaki insana hiçbir saygısı kalmamış insan görüntüleri;

            Aile ilişkilerini konu alan programlar, yozlaşma ve çürümenin vardığı boyutları göz önüne seriyor. Burada önemli olan söz konusu programlarda göz önüne serilen ilişkilerin normalmiş gibi ve hatta özendirici bir üslup içinde sunulmasıdır. Bu programların halk içinde geniş bir izleyici kitlesi bulması ise, olayın üzerinde durulması gereken bir başka vahim boyutu.

            Özellikle gençlik içinde yoğun bir şekilde gözlenen ve giderek daha da güçlenen yurtdışına gitme isteği, sadece iş bulma olanağının ülke içinde giderek daha da zorlaşmasından kaynaklanmıyor. Ondan daha da önemli olan, insanların kendini güvende hissetmemesi, ülkesine ve milletine duyduğu aidiyet duygusunun zayıflamasıdır.

            Son günlerde basına da yansıyan veya sosyal medyada görüntüleri dolaşan herkesin içinde aleni olarak cinsel ilişkiye girmek veya çırılçıplak dolaşmak gibisinden bazı uç örnekler, aynı zamanda toplumun tümünü ilgilendiren alarm işaretleridir.

            Benzer olayları yorumlayan Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Barış Erdoğan’ın değerlendirmesi şöyledir:

            “Büyük ekonomik krizlerin yaşandığı, toplumsal sorunların ağırlaştığı dönemlerde bireyler üzerinde kaygı ve stres düzeyi artar. Sabıkalı, zihinsel sorunlu gibi damgalanan bireyler toplumsal zincirin en zayıf halkalarıdır ve normları ilk onlar ihlal eder. Ama zincirde paslanma, çürüme devam ediyorsa, zincirin sağlam halkaları da zamanla kırılır, kopabilir.”

            Türkiye’de bugün yaşanan gerçeklik, toplumsal zincirin “sağlam halkaları”nın kırılması yönündeki vakaların oldukça sık bir şekilde görülmeye başlanmasıdır.

YOLUN SONU

Çok değil bundan yarım yüzyıl öncesine kadar Türkiye’de sokakta rastladığınız her kişi, aynı zamanda güvenebileceğiniz bir kişiydi. Derdinizi, sıkıntınızı paylaşabilir ve yardım isteyebilirdiniz. Gecenin en ilerlemiş saatinde bile bir kadının veya çocuğun sokakta yalnız başına yürümesi herhangi bir riski göze almak anlamına gelmiyordu.

           Sıcak yaz günlerinde evlerin kapısını açık bırakarak uyumak, Anadolu kentlerinde olağan bir durumdu. Şimdi ise bırakalım evin kapısını açık bırakmayı, penceresi açık bırakılan birinci ve ikinci katlara yönelik hırsızlık vakaları haberlerini sık sık duyuyoruz.

           İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Atlantik sistemine dahil oluş ile birlikte adım adım o güvenli Türkiye’den uzaklaşıldı. Cumhuriyet Devrimi yeni bir insan, yeni bir toplum yaratmıştı. Kendinden önce ülkesini ve milletini düşünen yurttaşlardan oluşan bir toplum. Başkalarından önce kendi çıkarını düşünmenin küçümsendiği, ayıplandığı bir toplum…

            Son 40 yılda ise Batı’nın neoliberal bireyci ideolojisinin hiçbir engel tanımayan anlayışı egemen hale geldi. AKP’nin son 20 yıllık iktidar döneminde ise, iktidarın en tepesinde bulunanların kamu kaynaklarını kendileri için kullanmada hiçbir sınır tanımadıkları ve deyim yerindeyse “tuzun koktuğu” bir aşamaya gelindi.

            Artık ülke ve halk çıkarı değil, bireysel çıkar her şeyin önündedir. Bu anlayışın hakim olduğu sistemin bir diğer adı “altta kalanın canı çıksın sistemi”dir. Ve bu “altta kalanlar” ne yazık ki toplumun çoğunluğudur.

            İşte böyle bir durumda insanların akıl sağlıklarını koruması, eskinin karşılıklı saygıya dayanan ilişkilerini sürdürmesi mümkün değildir.

            Fakat bu durum aynı zamanda sistemin çürümüşlüğünün, toplumsal çürümüşlük şeklinde kendini göstermesinden başka bir şey değildir. Ve çürümüşlüğün zirve yapması, toplumları devrim yapmaya zorlar.

            Toplumsal çürümüşlüğün dışa yansıyan görüntüleri o toplumda yaşayan herkesin aynı durumda olduğu anlamına gelmez. O çürümüşlüğün dışında kalan toplumun sessiz büyük çoğunluğu, bir noktadan sonra sesini çıkarmaya başlar ve yeni bir sistem arayışına girer.

            İşte bu da, devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması dediğimiz sürecin bir başka boyutudur.