Üçüncü İttifak” sorunu üzerine (5): Sosyalistlerin tarihi sorumluluğu

Önce bütün sosyalistlerin ezbere bildiği meşhur belirlemeyi hatırlatalım:

“Bir ülkede yönetenler eskisi gibi yönetemiyor ve yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlarsa, o ülkede Devrimin nesnel koşulları olgunlaşmıştır.”

Nesnel koşulların olgunlaşması, o ülkede devrimin mutlaka gerçekleşeceği anlamına gelmez. Hoşnutsuz olan ve harekete geçen halk kitlelerini “Devrim”e götürecek ve halkın güvenini kazanmış bir devrimci öncünün varlığı da gereklidir. Bu da devrimin öznel koşuludur.

Bütün sosyalistler bu temel gerçeği bilir. Onun için kendi misyonlarını, “tarihin pususuna yatmak” olarak ifade ederler. Yani Öncü Parti, doğru bir program ve her koşulda o program doğrultusunda mücadele etme kararlılığına sahip kadrolardan oluşan bir Örgüt, kitle mücadelesi içinde adım adım inşa edilecek ve kendi elinde olmayan o nesnel koşulların olgunlaştığı ve kitlelerin harekete geçtiği tarihi anı bekleyecek!

Bulutların üstünden yeryüzüne

1960’ların sonları ve 1970’li yıllarda Türkiye sosyalistlerinin büyük çoğunluğu, yakın bir gelecekte gerçekleşecek bir devrim beklentisi içindeydi. Gerçekte ise bulutların üstünde yaşıyorlardı. Dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerinden haberleri yoktu.

Faşizme karşı kazanılan büyük zafer, Çin gibi devasa büyük bir ülkede sosyalistlerin iktidara gelmesi, 1950’li ve 60’lı yıllarda Asya ve Afrika’daki sömürgelerin birbirleri peşi sıra bağımsızlıklarını kazanmaları, Küba Devrimi, Hindiçini halklarının sosyalistlerin önderliğinde ABD emperyalizmine karşı verdikleri kurtuluş savaşı ve benzer diğer gelişmeler, bütün dünyada “Devrim rüzgârları” estiriyordu.

Oysa dünyanın yaşadığı gerçeklik bunlardan ibaret değildi. ABD ekonomisi; yalnız başına dünya ekonomisinin hâlâ yarısına yakındı ve diğer kapitalist emperyalist ülkelerle birlikte dünya ekonomisinin dörtte üçlük bir bölümünü oluşturuyordu.

Kapitalist dünya, sosyal devlet uygulamalarıyla deyim yerindeyse “altın çağı”nı yaşıyordu. Türkiye ise 1960’lı yıllarda yüzde 7 gibi bir oranla büyüyordu. 1970’li yıllarda ise biraz düşmesine rağmen büyüme yüksek oranlarda sürmeye devam ediyordu.

Hiçbir toplum, mevcut sistem içinde daha iyi bir gelecek beklentisi devam ettiği müddetçe köklü değişimlere meyil etmez.

Önce 12 Mart, sonrasında 12 Eylül askeri darbeleri, bulutların üstünde yaşayan devrimcilerin ayaklarını yere değdirdi. Görüldü ki devrimin değil ama karşı devrimin koşulları olgunlaşmıştı.

Dünya şimdi yol ayrımında

Aradan 50 yıl geçti. Dünya, neoliberal kapitalist sistem ile daha fazla gidemeyeceği bir noktada.

ABD, artık dünyanın en büyük ekonomisi değil. En büyük emperyalist askeri güç olarak el attığı her yerde utanç verici yenilgiler aldı. Irak, Suriye, Afganistan vd.

Sosyalist bir ülke, Çin Halk Cumhuriyeti artık dünyanın en büyük ekonomisi.

Eskinin sömürge ve yarı sömürgeleri olan gelişmekte olan dünyanın ekonomik büyüklüğü, toplam olarak dünya ekonomisinin yüzde 50’sinin üzerine çıktı.

Kapitalist dünyanın 2008 yılında yaşadığı kriz, tarihinin en ağır krizi oldu. Aradan 14 yıl geçmiş olmasına rağmen hala tamamıyla atlatılmış değil.

2020 yılında başlayan Korona salgını karşısında ise kapitalist ülkeler deyim yerindeyse sınıfta kaldılar.

Görüldü ki kapitalist sistem içinde insanlık; artık dünya çapında yüzyüze geldiği iklim değişikliği, ısınma, çölleşme, denizlerin ve akarsuların kirlenmesi, gelir dağılımındaki büyük bozulmanın yarattığı sorunlar ve kapitalist-emperyalist sistemin neden olduğu kitlesel göçler vb. gibi küresel sorunlarla başa çıkamaz.

Bütün bu sorunlara karşı ancak büyük kamucu projelerle mücadele edilebilir ve bu da kapitalist sistem içinde mümkün değildir.

Türkiye’de durum

Aynı durum fazlasıyla Türkiye için geçerlidir.

Türkiye jeostratejik konumu itibariyle kapitalist-emperyalist sistemin dünya ölçeğindeki hakimiyeti açısından son derece önemli bir yerde oldu. Emperyalist dünya sisteminin efendileri, Türkiye’nin saf değiştirmesi durumunda dünya dengelerinin alt üst olacağını herkesten daha iyi biliyorlardı. Ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından geçen 80 yıl boyunca buna uygun hareket ettiler.

Ama bununla birlikte 2020’lerin Türkiye gerçeği şudur:

  • Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik krizi yaşanmaktadır ve mevcut sistem içinde krize çözüm yoktur. Geniş emekçi kitlelerinin hayat koşulları keskin bir şekilde kötüye gitmektedir.
  • 70 yıldır adım adım tasfiye edilmeye çalışılan Cumhuriyet Devrimi kazanımları önemli ölçüde yok edilmiştir ve bugün Türkiye’yi bir tarikatlar koalisyonu yönetmektedir. İktidara hakim olan Ortaçağ kafası, inançlar temelinde toplumumuzu bölmekte, milletin farklı kesimleri arasındaki kutuplaşmayı derinleştirmekte ve ülkede yaşayan herkesi yarınından endişe duyar hale getirmektedir.
  • Siyasi ve ideolojik hesaplarla 10 yıl içinde Türkiye’nin sırtına yıkılan 8 milyonluk mülteci yükü, hem ekonomik, hem de güvenlik sorunları açısından taşınamaz boyutlara varmıştır.
  • Dış politikada büyük güçleri birbirine karşı kullanabileceğini zanneden Abdülhamitçi kafa, Türkiye’yi, Akdeniz ve Karadeniz’de, çok büyük tehditlerle karşı karşıya getirmiştir.
  • İhvansever yaklaşımlar Şam ile dostluğumuzun ve işbirliği yapmamızın önüne bir kama gibi girmekte ve buda ABD’ye, Fırat’ın doğusunda bir “İkinci İsrail” inşa etme fırsatı sunmaktadır.

Bütün Bunlar Türkiye’nin, nesnel olarak ancak bir devrim ile sorunlarını çözebileceğini gösteriyor.

Sistemin dışına çıkmak

Türkiye Atlantik sistemi içinde kalarak bu sorunları çözemez.

Türkiye’nin, kendisini Atlantik sistemine bağlayan bağlardan kurtararak ait olduğu yükselen Asya uygarlığı safına geçmesi bir Devrim sorunudur.

Türk halkı içinde gelişen eğilim de budur. Son kamuoyu araştırmalarında halkın çoğunluğunun Rusya ve Çin ile ilişkilerin geliştirilmesinden yana olduğu göstermesi, bu yönelişin bir kanıtı olarak alınabilir.

Gene kamuoyu yoklamalarında halkımızın yaklaşık yüzde onunun protesto oyu kullanmaktan yana olduğunu belirtmesi, yüzde beşinin ideolojik olarak kendisini “sosyalist” olarak tanımlaması da son derece önemli başka verilerdir.

Kendisini “sosyalist” olarak tanımlayanlara, Kemalist Devrimin tam bağımsızlıkçı-halkçı-devrimci mirasına sahip çıkan ve kendisini Kemalist Devrimci olarak tanımlayan kesimi de eklememiz gerekiyor.  Kemalist devrimcileri de sosyalistler arasında saymak yanlış değildir. Bu durumda oranın yüzde beş değil, çok çok daha yüksek rakamlarda olacağından kuşku yoktur.

İşte büyük bir devrimci dönüşümün arifesinde olan Türkiye’de en büyük ihtiyaç, sosyalistlerin bir araya gelerek oluşturacağı kuvvet merkezidir. Böyle bir kuvvet merkezinin varlığı hoşnutsuz olan halk kitlelerine ihtiyaç duyduğu dayanağı sunar.

Böyle bir kuvvet merkezi, devrimcilerin her yerde örgütlenebilmesi, önemli mücadele merkezlerinde yığınak yaparak halk kitlelerine öncülük edebilmesi demektir. İşte o zaman Devrimin öznel koşulu da gerçekleşmiş olacaktır.

2023 yılında yapılacak seçimlere doğru giderken Sosyalistlerin omuzlarındaki tarihi sorumluluk, bir araya gelerek bu kuvvet merkezini inşa etmektir.