Hatırlanacaktır; Kovid-19 salgınının ilk aylarında dünya, kapitalist Batı ülkelerinde huzurevlerinde ölüme terk edilen yaşlıları konuşuyordu. Ama ne Koronavirüs salgınının ilk ortaya çıktığı Çin’de, ne hemen ondan sonra salgının görüldüğü İran’da ve ne de şu ana kadar hasta sayısı bakımından Avrupa ülkelerinden çok da geride olmayan Türkiye’de, salgın karşısında kaderleri ile başbaşa bırakılan yaşlı haberini hiç okumadık, duymadık.
Rusya’yı da sözünü ettiğimiz ülkeler arasında saymamız gerekiyor.
Elbette bunun bir açıklaması vardır. Bütün bu ülkelerde kamucu devlet yapılanmasının, son 40 yıllık neoliberal saldırıya rağmen tamamen tasfiye edilememesi önemli bir nedendir. Çin sosyalist bir ülkedir, hayatın her alanında kamu ağırlıklı bir yapı zaten vardır. İran 1979’daki İslam Devrimi’nin ardından bağımsızlık politikasına sıkı sıkıya bağlı kaldı ve bu da ülkeyi neoliberal saldırıdan korudu.
İlk Sosyalist Devrim’in yurdu olan Rusya, 1990’larda büyük bir yıkım yaşadı ama 90’ların sonundan itibaren yeniden kendini toparladı ve devletçi politikalarla ayağa kalktı.
Bu dört ülke içinde neoliberal saldırıya en fazla maruz kalan ve Kemalist Devrimin ürünü olan kamucu sistemin en fazla zarar gördüğü ülke Türkiye oldu. Ama salgın başladıktan sonra gördük ki bütün tahribata rağmen, o kamucu sağlık sisteminden arta kalan ne varsa, hala Türkiye’nin en büyük şansıdır.
Türkiye, Kovid-19 salgınına – AKP iktidarının mücadeleyi baltalayan uygulamalarına rağmen bir bütün olarak bakıldığında – Atatürk’le, bilimle ve akılla direndi.
12 bin yılın kısa tarihçesi
Bu önemli gerçeğin yanısıra olayın, üzerinde durulması gereken bir önemli boyutu daha vardır: Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın 12 bin yıldan da daha eskilere uzanan tarihinden gelen mirasının, Koronavirüs salgınına karşı mücadelede nasıl bir rolü oldu? Bu soru önemlidir. Çünkü öyle görünüyor ki bu büyük tarihi miras sadece salgına karşı mücadelede değil, önümüze gelecek her meselede hesaba katılması gereken bir etken olarak rolünü oynayacak.
İnsanlık artık tarihin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde küresel sorunlarla bir bütün olarak yüzyüze. Salgın hastalıklar, çölleşme, denizlerin ölmesi, insanı insan olmaktan çıkaran bireycilik vb. vb. Özel girişim, kapitalist tekeller, neoliberal piyasa sistemi; çözüm olmak bir yana bütün bu sorunların nedeni. Onun için insanlık sorunların çözümünde, binlerce yıldır kendisini var eden ve bugünlere gelmesinde tayin edici rolü olan hasletlerini – dayanışma, elbirliği, önce toplum düşüncesi vb. – canlandırıyor.
Türkiye ve İran’ın içinde yer aldığı Batı Asya coğrafyası, insanın Neolitik Devrimi başararak yerleşik hayata geçtiği ilk yeryüzü parçasıdır. Bölgede yerleşik hayata geçişin tarihi, son bulgularla birlikte yaklaşık 23 000 yıl öncesine kadar gidiyor. Ama gene yaklaşık olarak MÖ 10.500 yıl öncesi, bölgede yaşayan insan topluluklarının “Çanak-Çömleksiz Neolitik A” (PPNA) evresi olarak adlandırılan döneme geçişine tekabül eder. (Bilim insanları arasında bu konuda bir fikir birliğinin olmadığı görülüyor. PPNA evresini 12 500 yıl öncesinden başlatanlar olduğu gibi bu dönemi, Mezolitik dönemin son evresi “Natufiyen Dönem” olarak adlandıranlar da var.) Suriye, Filistin ve Irak’ın yanısıra Türkiye’de Urfa Göbekli Tepe, Mardin Boncuklu Tarla, Şanlıurfa Nevali Çori, Batman Kozluk Hallan Çemi, Hasankeyf höyük ve Demirköy, Diyarbakır’da Bismil Körtik Tepe ve Ergani Çayönü, Siirt Gussir Höyük, Malatya Cafer Höyük, Aksaray Aşıklı Höyük ve benzeri çok sayıda yerleşimlerin başlangıcı bu döneme tarihlenmektedir.
Bu dönemin en önemli özelliği, sözkonusu yerleşimlerdeki toplulukların hala avcı ve toplayıcı olmasıdır. Yani tarım ve hayvancılık henüz başlamamıştır. Ama yaklaşık 10 bin yıldır bütün Batı Asya’da görülen yerleşik veya yarı göçer hayat, iklim koşullarının da daha elverişli hale gelmesi ve daha da geliştirilmiş üretim araçlarının (ok, mızrak, obsidyen mikrolit aletler vb) kullanılmasıyla birlikte daha kalıcı ve gözle görünür hale gelmiştir. Gene bu dönemin en önemli özelliği Göbekli Tepe, Nevali Çori, Hallan Çemi, Çayönü, ve Filistin’de Eriha’da (Jericho) örneklerini gördüğümüz “anıtsal yapılar”ın ve yerleşim yerlerinde ortak kullanılan “kamusal binaların” inşa edilmesidir.
Dikkat çekici olan nokta şudur: Bu dönemde topluluklar hala avcı ve toplayıcı oldukları için özel mülkiyet gibi bir olgunun olması söz konusu değil. Özel Mülkiyet olmayınca toplumda sınıfsal farklılıklar da olmuyor. Öte yandan iklim koşullarının uygun hale gelmesiyle Batı Asya ve Kuzey Afrika’da avlanması kolay yaban hayvanlarının (koyun, keçi, domuz, sığır vb) nüfusunda yaşanan patlama, sözkonusu hayvanların avlanmasında “devrim” anlamına gelen “ok”un bu dönemde keşfedilmesi, gene iklim koşullarının uygun hale gelmesiyle buğday, arpa, çavdar gibi yabanıl bitkilerin sözkonusu bölgede yaygınlaşması, Göbeklitepe’de olduğu gibi devasa anıtsal yapılar inşa etmesini mümkün kılan koşulların olgunlaştığını gösteren veriler. Bu koşullarda elde edilen ihtiyaç fazları besinin, anıtsal yapıların inşa edilmesinde çalışan topluluk bireylerinin ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanıldığı anlaşılıyor. Avcılık ve toplayıcılıkla elde edilen ihtiyaç fazlası besin, daha sonra toplumda sınıflaşmaya zemin oluşturan “üretim fazlası” olarak değerlendirilemez. Üretim fazlası olmayınca, o fazlaya el koymak için zor ve baskıyı gerektirecek neden veya zemin de doğal olarak bulunmuyor. Tam tersine bu döneme ait bütün yerleşimlerde, avcı-toplayıcı toplulukların en önemli özelliği olan toplumsal eşitlik söz konusudur. Bu durumda Göbeklitepe gibi büyük anıtsal yapıların inşa edilmesini mümkün kılan toplumsal bilinç-inanç sistemleri ve bunların ürünü olan toplumsal ilişkiler-gelenekler önemlidir. Yani insanların gönüllü emeğini mümkün kılan – harekete geçiren toplumsal ilişkiler, bu ilişkilerin belirlediği bilinç ve inanç sistemleri üzerinde düşünmek gerekiyor.
İngiltere’de, Göbeklitepe’den yaklaşık 7 000 yıl sonra, MÖ 3000’lerden itibaren inşa edilen Stonehenge “kült yapıları” da, aynı şekilde Neolitik topluluklar tarafından inşa edilmiştir. Pasifik Okyanusunda, Paskalya Adalarında bulunan devasa heykeller için de aynı şeyler söylenebilir. Bunların hiçbirinde köle emeğinden veya “zorla çalıştırmadan” söz etmek mümkün değil.
Refah artışı ve nüfusta patlama
Çanak-Çömleksiz Neolitik A (PPNA) evresini gene Çanak-Çömleksiz Neolitik B (PPNB) evresi takip ediyor. Bu evre MÖ 8800 – MÖ 6900 yılları arasına tarihleniyor. Bu dönemde bölgede yaşayan insan toplulukları, yavaş yavaş tarımsal üretime geçiyor ve hayvanları evcilleştirmeye başlıyor.
İklim koşullarının daha da elverişli hale gelmesiyle bölgedeki insan nüfusunda bir “patlama” yaşanıyor. Dünyadaki toplam nüfusun MÖ 8000 ve 6000 yılları arasında, 2 milyondan 80 milyona çıktığı tahmin ediliyor. Bu dönemde de insan toplulukları hâlâ eşitlikçi. Sınıflara ayrılma, eşitsizlik bu dönemde de yok. Ama, bir önceki dönemden farklı olarak “anıtsal yapılar” ve “kamusal binalar” bu dönemde yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Sonraki Çanak-Çömlekli Neolitik dönemde ise bu tür anıt ve bina hiç yok. Bu da üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Bölgede yaşayan insan sayısı bir önceki dönemle karşılaştırılmayacak kadar fazla. Aynı şekilde refah seviyesinde de belirgin bir artış söz konusu. Hatta öyle ki söz konusu döneme ait hatıralar, insanoğlunun hafızasına “Kaybolan Cennet” olarak kazınıyor. PPNA döneminin birbirine yapışık evlerinin yerini, aynı yerde ama birbirinden ayrı olarak inşa edilen evler alıyor.
MÖ yedinci binyılla birlikte Geç Neolitik Evre başlıyor. Bu dönem bir başka adlandırmayla Çanak-Çömlekli Neolitik evredir. Hassuna (Musul), Samarra ve Halaf (Ceylanpınar’dan gözle görülür mesafede, Suriye topraklarında) yerleşimleri ile adlandırılan “Geç Çanak-Çömlekli Neolitik Dönem”de doğal olarak tarım ve hayvancılık daha da gelişiyor.
Bütün arkeolojik veriler, bu dönemde de yerleşim yerlerinde sınıflaşmanın başlamadığını gösteriyor. Son otuz yıldır Türkiye’de ve bölge ülkelerinde araştırma yapan, önemli kazıları yöneten bilim insanlarının (arkeologların) hemen hepsi bu konuda fikir birliği içindeler. Bazı yerleşimlerde görülen ve çok az arkeolog tarafından başlangıçta savunma amaçlı “sur” olarak nitelendirilen bazı kalıntıların ise sur olmadığı, daha çok kült yapı kalıntıları olduğu konusunda şimdi neredeyse tam bir görüş birliği var.
İşte, “Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem” ile başlayıp “Geç Çanak Çömlekli Neolitik Dönem” sonrasına kadar süren, hatta ondan sonra başlayan “Maden Çağı”nın ilk bin yılını kapsayan yaklaşık 6 000 yıllık dönem, insanlığın “kaybolan cennetidir.” Refah seviyesinde çok büyük ilerleme kaydedilmiş, toplumda sınıflaşma daha doğmamış, baskı sömürü ve eşitsizlik yok, topluluğun kendi içinde ve topluluklar arası ilişkilerde de şiddet bulunmuyor. Bir Sümer destanında ifade edildiği üzere bu dönemde “yılan yoktu, çıyan yoktu.” Sonraki 6 000 yıllık sınıflı toplum döneminde ise insanlık, kaybettiği Cennet’i yeniden bulmanın mücadelesini verdi. Kovulduğu “Cennet’e” yeniden geri dönmenin mücadelesidir bu!