Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni bir anayasa yapma gerekliliğinden söz etmesi ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ise konuyu anlatırken 1921 Anayasa’sına gönderme yapması malum çevreleri coşturmuş görünüyor.
Sosyal medyada başlatılan “Anayasamız Kuran olsun” kampanyalarını bir kenara bırakalım. Ama gene de bu kampanyayı başlatanların ilhamlarını nereden aldıkları üzerinde düşünmek gerek.
24 Temmuz 2020 günü büyük bir gösteriyle müze olmaktan çıkarılıp camiye çevrilen Ayasofya’nın baş imamı Prof. Dr. Mehmet Boynukalın’ın Tivitır’dan paylaşttığı; “1921 ve 1924 Anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına geri dönsün. Anayasada İslam olsun” ifadesi çok daha anlamlıdır.
Paylaşan kişinin kimliği ve görevi, yeni Anayasa tartışmaları ile en azından belli bir kesimin gerçek niyetlerini ortaya koyması önemlidir.
Bir de Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Cevdet Kılıç var. O, gerçi doğrudan yeni Anayasa konusunda konuşmadı. Ama Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin eylemi üzerine sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımda; “Biz eylem falan yapmayız. Biz gece vakti işi bitirir, ertesi gün işe gideriz, bilin istedim” demesiyle nasıl bir Türkiye özlediğini dile getirmesi bakımından yeni Anayasa ile ilişkilendirilebilir.
1921 Anayasası
Sayın Abdülhamit Gül’ün 1921 Anayasa’sına gönderme yapması üzerine, AKP’nin yeni Anayasa söyleminden, Türkiye’nin ihtiyacı olan devrimci bir Anayasa’ya dönüş işaretleri görenlere, yukardaki işaretlerin yanı sıra basit bir gerçeği hatırlatmakta yarar var.
1921 Anayasası ve ona temel teşkil eden halkçılık beyannamesi üzerine çok şey söylenebilir. Ama öz olarak 1921 Anayasası, “Meclis Egemenliği Sistemi”ni esas almaktadır. Vatanın, en yukarda Büyük Millet Meclisi ve aşağıya doğru il, ilçe ve köy meclisleri eliyle yönetilmesini öngörmektedir. Meclisin başkanı hem hükümet başkanı, hem de cumhurbaşkanıdır.
AKP’nin şimdi getirmek istediği Anayasa ise Başkanlık Sistemi’nin önünde engel olan Meclis sisteminden kalan kalıntıları da temizlemek amacındadır. AKP’nin ortağı Devlet Bahçeli, 9 Şubat günü yaptığı açıklamada “parlamenter sistemi silmek, kalıntılarını temizlemek lazımdır” diyerek zaten göstermelik hale getirilmiş olan Meclisi, tamamen bir yana bırakmak niyetinde olduklarını açıkladı.
Niyet, son derece açık olmasına açıktır da bu niyeti dillendirenlerin gerçekleştirecek güçleri, hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak ortam var mıdır ona bakmak lazım. Başka bir ifadeyle “ham hayalllerin” gerçeklik dünyasında karşılığı var mıdır?
İçine girdiğimiz iklim
10 Şubat tarihli “İskilip’teki fotoğrafın mesajı” başlıklı yazımızı “Türkiye’nin şimdi yerleşmekte olduğu Avrasya ikliminde, emperyalizm işbirlikçilerinin ve Ortaçağ özlemcilerinin yaşaması mümkün değildir” cümlesiyle tamamlamıştık. Bu cümleye okurlarımızdan bazı itirazlar geldi.
Şimdi bu konuda ne demek istediğimizi biraz daha açmamız gerekiyor:
Türkiye, 1990’ların başındaki Körfez Savaşı’nın ardından başını ABD’nin çektiği emperyalist kampın doğrudan askeri tehdidinin hedefi olmaya başladı.
Tehdit yıllar içinde giderek ağırlaştı. Ergenekon tertibiyle Türk Ordusu’nu teslim alma ve dağıtma saldırısına kadar vardı. Ardından PKK eliyle Türkiye’de iç savaş çıkarma ve hemen güneyimizde denize de açılan “2. İsrail” girişimleri, FETÖ eliyle askeri darbe yoluyla iktidarı tamamen ele geçirme hamlesiyle bu tehdidin nerelere kadar vardığını hep birlikte yaşadık. Tehdit şimdi de, Kafkasya’dan Basra Körfezine ve Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir hatta yaşanıyor.
İşte Türkiye, bu tehdide karşı varlığını korumak, toprak bütünlüğünü muhafaza etmek için kaçınılmaz olarak yüzünü Doğu’ya döndü. Astana süreci, 2017 yılında Irak’ın kuzeyindeki referandum tertibinin Bölge ülkeleriyle işbirliği yapılarak bozulması, “Mavi Vatan”a sahip çıkmak için yapılan girişimler, Kafkasya’da Azerbaycan’a verilen askeri destek ve kazanılan başarı vb. bu sayede mümkün oldu.
Türkiye; Rusya, İran, Çin, Irak ve hatta dolaylı da olsa Suriye ile işbirliği yapmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
İşte bu iklim Avrasya iklimidir. Çağımızda Avrasya iklimindeki mücadelede Ortaçağ gericiliği, emperyalizmin elindeki bir silahtır. Emperyalizmin elindeki silahla emperyalizme karşı mücadele edemezsiniz.
Büyük çoğunluğu Hristiyan olan Rusya ile Sosyalist Çin ile ve Şii İran ile sizi birleştiren ortak değerleri öne çıkarmak bir “mecburiyettir.”
Türkiye, Ortaçağ değerlerini canlandırma temelinde bu ülkelerin hiçbiri ile yan yana gelemez. Çünkü Ortaçağ demek, din ve mezhep kavgaları demektir. Din ve mezhep kavgalarından emperyalizm hep yararlandı ve bundan sonra da yararlanmak için çalışacaktır.
Ama emperyalizmle karşı karşıya gelenlerin laik olması, halkçı olması, milli devletten yana olması ve emperyalizmin hedefi olan bütün milletler ve devletler arasında karşılıklı yarar temelinde eşitlik ve birlikten yana olması işte o bahsettiğimiz “Avrasya iklimi”nin gerekleridir.
Bütün hu mecburiyetlerle karşı karşıya olan Avrasya ülkelerinde yönetimler ya bu mecburiyetlerin gereklerine uygun hareket edecekler ya da bu mecburiyetleri hükümet programı olarak benimsemiş yeni iktidarlar bu ülkelerde işbaşına geleceklerdir.
Elbette bu söylediklerimizden, “Avrasya iklimi”nde artık her şeyin güllük gülistanlık olduğu sonucu çıkmaz. İnişler ve çıkışlar, yanlışlar ve doğrular, emperyalizm ve ortaçağ gericiliğine karşı mücadelede yalpalamalar ve tutarsızlıklar; önümüzdeki mücadelenin bir parçası olarak yaşanacaktır.
Her bir ülkede milli devrimci güçlerin bağımsız birer siyasal aktör olarak iktidar olma mücadelesi, bütün bu riskleri en aza indirmenin olmazsa olmazıdır.