1969 tarihli Veljko Bulajic’in yönettiği “Neretva Savaşı” filmi, İkinci Dünya Savaşı’nda, Yugoslav Partizanlarının Hitler faşizmine karşı savaşında, geride kalan 4500 yaralı arkadaşlarını kurtarmak için verdiği mücadeleyi anlatır. Mareşal Josip Broz Tito önderliğindeki Partizan Ordusu, kendi varlığını da riske atarak bir karşı saldırı gerçekleştirir, Alman Ordusu’nu geri çekilmeye zorlar ve 4500 yaralısını imha olmaktan veya en iyi ihtimalle Almanlara esir düşmekten kurtarır.
Partizanların, bu kahramanca mücadeleleri ile gerçekte kurtardıkları, aslında kendileridir. Yaralıları kaderlerine terk etmemek, onları kurtarmak, tekrar sağlıklarına kavuşmaları için gerekeni yapmak, hayati önemde bir “savaş kuralı”dır. Ordular böyle hareket ederek, yaralıyı kurtarmaktan çok daha önemli bir iş yapmış olurlar. Savaşmakta olan askerlerin moralinin yüksek olması, zafer için olmazsa olmazdır. Yaralandığı veya zor duruma düştüğü zaman arkadaşlarının kendisini terk etmeyeceğini bilen asker, daha büyük bir moralle ve özgüvenle savaşacaktır.
Neretva Savaşı’nda Yugoslav partizanlarının sergilediği tavır bu açıdan tipik bir örnektir. Yani sadece onlara özgü değildir. Dünyanın bütün orduları bu temel gerçeği bilir. Ve orduların son derece organize sağlık birimlerinin olması da, bu temel gerçeğin en önemli gereklerinden biridir. (Türkiye’de, 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminin ardından askeri hastaneleri kapatanların, işin bu yanı üzerinde hiç düşünmedikleri anlaşılıyor.)
Savaş en başta, savaşın kazanılacağına dair inancın var olmasıyla kazanılır. Bunun da en önemli şartı Ordudaki birlik duygusu ve moral sağlamlıktır. Neretva Savaşı’nda 4500 yaralıyı Nazilere bırakmayan Partizanlar, işte bu anlayışla zafere ulaştılar.
İspanya’daki huzurevi
24 Mart tarihli gazeteler, İspanya’da bir huzurevinde ölüme terk edilmiş yaşlılar bulunduğunu ve bazılarının da ölmüş olduğunun haberini verdiler. İspanya, Avrupa’da İtalya’dan sonra Koronavirüs salgınının en fazla görüldüğü ikinci ülkedir. 28 Mart tarihi itibariyle ölü sayısı 5000’i geçmiş durumdaydı. Huzur evi çalışanları, salgın başladıktan sonra, “yüksek risk grubu”nu oluşturan yaşlıların bulunduğu yerde çalışmaktansa, işlerini bırakıp “kaçmayı” tercih etmişler.
Yani savaş meydanında, “yaralılarını kurtarmaya çalışmak” yerine, o an için canlarını kurtarma derdine düşmüşler. Elbette bu davranış, en temel “savaş kuralı”na aykırı olduğu gibi, insanın kendisine de yabancılaştığının çarpıcı bir örneğidir.
Bireydeki dayanışma duygusu yok edildiği zaman insan toplumu, kendini var eden en önemli dayanağını kaybeder. Koronavirüs salgınına karşı, Batı toplumları ile halkçı devletçi sistemi uygulayan ülkelerin verdiği farklı tepkiler, salgına karşı mücadelede bugün itibariyle varılan farklı sonuçlar; bu bakımdan son derece öğreticidir.
60 milyonluk İtalya, Koronavirüsten ölen kişi sayısı bakımından bugün itibariyle bir milyar 400 milyonluk Çin’i üçe katlamış durumdadır. İspanya’nın da İtalya’dan aşağı kalmayacağı görülüyor.
Öte yandan daha şimdiden enfekte olan kişi sayısı bakımından ilk sıraya yerleşen ABD’de ise durum daha da vahim. Bütün bu ülkelerde “kurban”lar nüfusun yaşlı kesimi. İtalya’da doktorlar açık açık hastalar arasında kimi tedavi edecekleri konusunda tercih yaptıklarını söylüyorlar. Kısacası “yaralıları savaş meydanında bıraktıklarını” itiraf ediyorlar.
İspanya’daki huzur evi vakası, sistemin insanlık dışı yüzünü gözler önüne sermiştir. İnsanların, kendilerine ve bir parçası oldukları topluma nasıl yabancılaştıklarını gösteren bir ayna olmuştur. Bu vesileyle “Huzurevleri” üzerine de birkaç söz söylemek gerekiyor:
Kapitalist sistem belli bir yaşa gelmiş insanı, doğası gereği “yük” olarak görür. Rekabet dünyasında 70 yaşındaki bir emekçi, işveren açısından “verimli” değildir. “Günü geldiğinde ölüp gitmek dışında yapacak bir işi kalmayan bu insanlar” için sistemin bulduğu çözüm ise “huzur evleri”dir. Buralarda, deyim yerindeyse kaderlerine terk edilmiş olan ihtiyarların; sağlık, temizlik, yemek vb ihtiyaçlarının karşılanmasının, yaşlı yakınları başta olmak üzere toplumun vicdanını rahatlatma ötesinde fazla bir anlamı yoktur.
Bir insanı, içinde bulunduğu çevreden ve yakınlarından kopararak bir huzurevine kapatmak ona yapılacak iyilik değil, kötülüktür. Böyle yaparak birinci olarak o kişinin yakın çevresine ve topluma yapabileceği katkının önüne geçiliyor. Böylece kişinin, hayatını anlamlı kılacak bir etkinlikte bulunma olanağı ortadan kaldırılmıştır. Bununla birlikte daha önemlisi, yaşlıları toplumdan izole mekânlara hapsetme olgusunun, yeni yetişen nesillere verdiği mesajdır. Toplumdan ve sevdiklerinden kopuk olarak yaşlılar evinde ölümü beklemekten ibaret bir geleceğin önünde olduğunu bilmesinin, hiçbir gence, hayata daha sıkı sarılmak ve topluma yararlı bir birey olmak yolunda olumlu bir mesajı olamaz.
Gerçekte insan ölene kadar üretme ve yaratma faaliyetini sürdürebilecek bir varlıktır. Ve bu özelliğini en verimli şekilde; bildiği, tanıdığı ve birlikte olmaktan mutlu olduğu bir çevre içinde yapar. Huzurevlerini de, – eğer olacaksa – böyle bir anlayışla ele almak gerekiyor.
Aslına dönen insan
Ama tablo bundan ibaret değildir ve esas olan da bu değildir. İnsan toplulukları büyük felaketlerle karşılaştıkları zaman, milyonlarca yıldır kendilerini var eden, doğa ile savaşlarında ayakta kalmalarını sağlayan en temel özelliklerini hatırlıyorlar ve ona sarılıyorlar. Dayanışma, elbirliği, paylaşma ve sırtlarını birbirlerine dönerek tehlikeye karşı koyma vb.
Topluluk içinde zayıf durumda olanların (çocuklar ve yaşlılar) korunması ve kollanması da toplumsal varlık olmanın bir parçasıdır. Roma, Napoli, Madrid veya Zürih sokaklarında, akşamları balkonlardan yükselen alkış sesleri, mücadele şarkılarına hep birlikte katılma görüntüleri, insanı insan yapan özelliklerin kendisini göstermesidir. Bu açıdan bakıldığında Wuhan’da ya da Napoli’de veya Londra’da yaşayan insanların davranışları arasında bir fark olmadığını görürüz.
Fark, kapitalizmin serbest piyasa sisteminin kendine yabancılaştırdığı birey ile halkçı-devletçi sistemlerin, “insanın insan olarak kalması hedefi” doğrultusunda gösterdiği çabanın sonrasında, kendisinin ancak toplumun bir parçası olarak var olduğunu bilen birey arasındadır.
Sonuçta “Neretva savaşı”na geliyoruz: 4500 yaralıyı düşmanın önünde savunmasız bırakacak mıyız yoksa kurtuluşu hep birlikte mi arayacağız? Şimdi bütün dünya milletleri bu tarihi kararı vermenin arifesinde bulunuyor.