Avrupa’nın ve Kuzey Amerika ülkelerinin bir zamandır en büyük derdi, kendilerine yönelen büyük göç dalgasını önlemektir. Sınırlarına duvarlar çekiyorlar, tel örgülerle çeviriyorlar, Yunanistan’ın yaptığı gibi mültecilerin üzerine ateş açıyorlar, denizdekilerin lastik botlarını batırıyorlar, öldürüyorlar.
Son olarak İdlip’te yaşanan gelişmeler sonrasında Türkiye’nin, Avrupa’ya gitmek isteyen mültecilere sınırları açtığını açıklaması, Yunanistan sınırına büyük bir insan akınına yol açtı. Televizyonlar kitleler halinde yürüyüşe geçen, tel örgüleri aşmaya çalışan, botlarla adalara doğru açılan on binlerin görüntülerini vermeye başladılar.
Kucaklarında yeni doğmuş bebekleri de olmak üzere sınırlara yığılan insan görüntüleri, kapitalist sömürgeciliğin ve emperyalist saldırganlığın yüzyıllardır yaptığı tahribatın ve yıkımın günümüze yansımasıdır.
Batı Kapitalizmi 400 yıldır dünyanın geri kalanını yağmaladı, var olan kurumlarını, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenini, doğal işleyişini yıktı. 19. yüzyılın başında Çin ve Hindistan ekonomileri, toplam olarak dünya ekonomisinin üçte ikisini oluşturuyordu. Yüzyıl sonrasında ise iki ülkenin ekonomik büyüklüğü dünya ekonomisinin yüzde 3’ü kadar ancak vardı.
Bu akıl almaz yıkımın nedeni Avrupalı sömürgecilerdi.
20. yüzyılın tarihini biliyoruz.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Kore ve Hindiçini savaşları, sayısız darbe ve kışkırtılan iç savaşlar, özelleştirmeler vb. saldırılarla tahrip edilen milli ekonomiler ve son 30 yıl içinde özellikle İslam Dünyasına yönelik olarak gerçekleştirilen saldırılar…
Afganistan ve Irak işgalleri, Libya, Yemen, Somali ve Suriye’yi yakıp yıkan iç savaşlar, Fas ve Moritanya’dan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde yaratılan ve harekete geçirilen Siyasal İslamcı terör örgütleri…
Bunların hepsi, şimdi Avrupa ve Amerika’ya yönelen göçmen akınını doğuran nedenlerin tarihsel arka planını oluşturuyor.
İşgücü açığı
19. yüzyıldan itibaren Batının sömürgeci burjuvazisi, yağmalayarak elde ettiği zenginliğin bir kısmını, sus payı olarak kendi emekçilerine vermeye başladı. Böylece Batı toplumları bir bütün olarak refah seviyesi bakımından dünyanın geri kalanından oldukça ileri bir seviyeye ulaştılar. Yoksulluk ve sefalet içindeki milyonlar açısından Batının refah içindeki toplumları, doğal olarak bir çekim merkezi haline geldi.
Bu duruma, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Avrupa ülkelerinde savaştaki ölümlerin yol açtığı işgücü açığını ve daha sonra ise kapitalist bireyciliğin bir ürünü olan nüfus gerilemesinin sürekli hale gelmesi sonucu, çalışacak emekçiye duyulan ihtiyacı eklemek gerekiyor.
Bütün kapitalist toplumlar artık “yaşlı” toplumlardır. 65 yaş üstü nüfus bir çok ülkeyi kara kara düşündürüyor. Bir yandan çalışma yaşındaki insan sayısı oran olarak düşerken öte yandan artık sadece bir tüketici durumundaki nüfus artıyor.
Bütün bunların sonucu dünyanın diğer bölgelerinden Batı ülkelerine olan büyük göçtür. Son yıllarda gene Batı tarafından örgütlenen ve kışkırtılan terör ise bu göç dalgasını kaldırılamaz boyutlara taşımıştır.
“Kitlesel göç”ün bir boyutu yollara düşen milyonların çektiği acılar, diğer boyutu ise Batılı ülkeleri kara kara düşündüren “göçmen” sorunudur.
Kapitalist-emperyalist yönetimlerin buldukları biricik “çare” ise, sınırların binlerce kilometrelik duvarlarla ve dikenli tellerle kapatılmasıdır.
Roma İmparatorluğu’nun sonu
Ama daha şimdiden bu ülkelerdeki yabancı oranı yüzde 20’lik oranlara ve bazılarında daha yükseğe çıkmış durumdadır. Adeta, MS. 4. ve 5. yüzyıllarda Barbar akınlarının Roma’yı tarihe havale etmesine benzer bir gelişme yaşanıyor. “İhtiyar Roma”, “genç ve ihtiraslı barbarlara” karşı bir şey yapamamıştı. Şimdi Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden Kuzey Amerika ve Avrupa’ya olan göçler karşısında da “kapitalist uygarlık” çaresizdir. Bir yarım yüzyıl sonra bu ülkelerin bir çoğunda göçmen nüfusun yerli nüfusun üzerine çıkması şaşırtıcı olamayacaktır.
Ama şimdi koşullar, Roma’yı yıkan Barbar akınlarının olduğu dönemden esasta farklıdır. Almanya iki yıl önce Hindistan’dan beş bin kadar yazılımcıyı ülkesine getirdi. ABD her yıl dünyanın dört bir yanından gelmek isteyen göçmenlere belli sayıda “yeşil kart” veriyor. İstisnasız bütün kapitalist ülkeler özellikle genç ve yetişmiş işgücünün ülkelerine gelmesini teşvik ediyorlar. Mecburlar, çünkü kendi toplumlarını içten çürüten ve çözülmeye götüren bireyciliğe karşı bir çareleri yok.
Ama şöyle bir paradoksla karşı karşıyayız. Bir yandan sınırlara dayanan yüz binler ve milyonlar var ama öte yandan bu göçmenlerin büyük çoğunluğunu, eğer bir Batı ülkesine ulaşmayı başarırlarsa bekleyen, toplama kamplarına benzer mekânlarda yıllar süren bir bekleyiş olacaktır. Sonrasında ise üçüncü – dördüncü sınıf vatandaş olmak…
Gelişmekte olan dünya ise, Batının kışkırttığı etnik ve dinsel bölünmeleri, iç çatışmaları aştığı ölçüde büyük bir gelişme ivmesi yakalamış durumda.
Kapitalist uygarlığın çürümüş olan sistemi çözülmekte olan toplumsal ilişkilerini; bir yandan gelişmekte olan dünyadan sağlanan “aşı” ile canlandırmaya çalışıyor ama öte yandan yüzyılların sömürgeci mantığı ile ülkelerine yönelen göçmen dalgasını insanlık dışı yöntemlerle baskılayarak ve aşağılayarak önlemeye çalışıyor.
Beyhude bir çırpınmadır söz konusu olan…
Ama ondan da önemlisi, bugün bilinmesi gereken en önemli gerçeklik, “barbarların dünyasında”; kapitalist sistemin pençesinde çözümsüz bırakılan toplumlar da dahil olmak üzere, bütün insanlığın geleceğini aydınlatacak yeni bir uygarlığın yükselmekte olduğudur.