Günümüzün İslamcıları ne kadar İslamcı?

28 Aralık 2019 günü Somali’nin başkenti Mogadişu’da Es Şebap örgütü tarafından bombalı bir saldırı düzenlendi. Aralarında iki Türk Mühendisin de olduğu 80 kişi hayatını kaybetti. Saldırı sonrası örgütün sözcüsü Şeyh Ali Mahmud bir açıklama yaptı. Asıl hedefin “Dinden dönen Türk yönetimi için çalışan Türkler” olduğunu söyledi. Örgüt son olarak 18 Ocak günü Somali’de iş yapan Türk müteahhitleri hedef alan bir bombalı eylem daha gerçekleştirdi.

Es Şebap’ın AK Parti iktidarını, “Dinden dönen Türk yönetimi” olarak değerlendirmesi ilginçtir. Aslında Es Şebap, bu değerlendirmesinde yalnız da değildir.

Türkiye’deki “Siyasal İslam”ı, – uzun söze gerek yok – Mısır’ın “Müslüman Kardeşler”i şahsında esas temsilcisi olan Siyasal İslamcılar bile “İslamcı” olarak görmüyor. Burada önemli bir soru önümüze çıkmaktadır. Günümüzün İslamcıları, gerçekte ne kadar İslamcıdır?

19. yüzyılda ilk temsilcileri ortaya çıkan Siyasal İslamcıların iddiası, dini, Peygamber’den sonra meydana gelen bozulmalardan temizleyerek ilk ve saf haline döndürmek, böylece gerçek İslami toplum ve devlet düzenini gerçekleştirerek, Müslüman Dünyasının geri kalmışlığına çözüm bulmaktı. Cemaleddin Efgani’den Hasan el Benna’ya; Mevdudi’den Seyyid Kutub’a kadar Siyasal İslam’ın önde gelen düşünürleri hep bunun nasıl olacağına kafa yordular.

Peki bu mümkün müdür? 21. yüzyılda, 7. yüzyılın toplum ve devlet düzeni yeniden ihya edilebilir mi? Siyasal İslamcı hareket, hangi ülkede olursa olsun, biraz güçlenip, toplumsal ve siyasal hayatta, “kendine ait” bir yer yarattıktan sonra, 21. yüzyılın gerçekleri ile karşılaşmış ve bu gerçeklere boyun eğmek durumunda kalmıştır.

IŞİD, El Kaide, El Nusra ve Es Şebap türünden terör örgütleri, emperyalist merkezlerin daha büyük planlarını hayata geçirmek için imal ettikleri örgütler konumundadırlar. Bu örgütlerin iddialarını ve yaptıklarını, Siyasal İslam’ın bütününe mal etmek doğru olmaz. Zaten bu örgütler kendilerini var eden merkezin, asıl planını uygulayabilme aracı olarak deyim yerindeyse “yıldırım hızıyla” ortaya çıkmakta ve yapacaklarını yaptıktan sonra sahneden çekilmektedirler.

Çeşitli iktidar pratikleri

Sudan’da Siyasal İslamcı iktidarın ilk yıllarında (1980’lerin sonu), “İslam’da vergi yok, zekât vardır” gerekçesiyle vergiler kaldırıldı. Çok geçmeden devlet hazinesinin tamtakır hale geldiği görüldü ve vergi düzenine geri dönüldü.

Benzer bir tartışma aynı dönemde İran’da yapıldı. Ama sadece tartışma düzleminde kaldı. İran gibi dünyanın en önemli devlet ve siyaset geleneğinin merkezi olan topraklarda, bu kadar akıl dışı bir uygulamanın tartışılması bile yeterince trajikomiktir. Nitekim, bizzat İmam Humeyni tartışmaya müdahil olur ve “İran devletinin ve halkının çıkarları ile kitapta söylenenlerin çatıştığı durumlarda İran devletinin ve halkının çıkarları esas alınır” diyerek tartışmaya noktayı koyar.

En başından beri Şeriatı uyguladıklarını iddia eden Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinde geçerli olan İslam’ın ise “Asrı Saadet İslam’ı” olduğunu kendileri bile iddia etme cesaretini gösteremiyorlar. Ekonomik olarak Dünya kapitalist sisteminin uzantısı durumundalar, dış politikada en azından bugüne kadar ABD emperyalizminin ve İsrail’in bölge politikaları ile tam bir uyum içinde hareket ettiler ve siyasi açıdan ise çağımızın en keyfi, en şımarık yönetimleri olmaktan başka bir şey değiller. Elbette bunu mümkün kılan üzerinde oturdukları büyük petrol zenginliğidir.

İran’da tam 40 yıldır “Siyasal İslam” olarak nitelenen bir iktidar işbaşında. Peki uygulanmakta olan sistem, “asrı saadet” düzeni mi? Yürürlükte olan piyasa sistemi, dünya çapındaki saflaşmada laik ülkelerle her alanda birlik politikası, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üye olma gibi gerçeklikler göz önüne alındığında, İran’daki sistemin etiketinin “İslam” ama gerçekte her yönüyle 21. yüzyılın ürünü olan sistem gerçeğini görüyoruz.

Tunus Örneği ve Raşid Ganuşi

En Nahda, Müslüman Kardeşler’in Tunus şubesi olarak kuruldu. Fakat en başından beri Tunus’un farklılıkları En Nahda’yı Mısırdaki merkezden farklı olmak zorunda bıraktı. Müslüman ülkeler içinde Türkiye’den sonra en radikal laiklik uygulaması Tunus’da gerçekleşti. Tunus’un bağımsızlığını kazanması ile birlikte Devlet Başkanı olan Habip Burgiba, Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek aldıklarını hep söyledi. Kadınların toplumsal ve siyasal hayata katılımları açısından da Tunus, diğer bütün Arap ülkelerinden hep daha önde oldu.

En Nahda 2011 yılında iktidara geldikten sonra da Tunus’un bu gerçekleri ile daha yakından yüz yüze geldi. Sonraki yıllarda iktidarı, başka Partilerle paylaşmak zorunda kaldı.

En Nahda lideri Raşid Ganuşi, Siyasal İslam’ın son dönemdeki en önemli teorisyenlerindendir. Öteden beri “İslam Devleti” konusunda diğer Siyasal İslamcılardan farklı görüşleri olduğu biliniyordu. Ama 2011 sonrasındaki iktidar pratiği içinde bu konudaki görüşlerini daha da köşeli hale getirdiği anlaşılıyor.

Aydınlık gazetesinden Onur Sinan Güzaltan 8 – 15 Mayıs 2019 tarihlerinde Raşid Ganuşi’nin son konuşmalarından alıntılar yaparak, günümüz Siyasal İslam’ındaki çarpıcı değişimi gözler önüne serdi.

“Siyasi kurumlarla dini kurumlar arasında ayrım yapmak zorundasınız. Örneğin, camiler siyasi partilerin kapışma yeri değildir. Camiler, Müslüman toplumu bölmemeli, birleştirmeli. Câmilerde en ufak bir siyasi propagandadan bile kaçınmamız gerekiyor”. (Aydınlık 15 Mayıs 2019)

Siyasi kurumlar ile dini kurumların birbirinden ayrılması laikliğin özü değil ama bugün kapitalist devletler dünyasında laiklik bu şekilde uygulanıyor. Ganuşi de bu tarifi benimsemiş durumda.

“Bölgedeki tüm İslamcılara daha açık olmalarını ve diğerleriyle uzlaşı içinde çalışmalarını tavsiye ediyoruz. Çünkü diktatörlüklere karşı ulusal birlik ve ulusal direnç olmadan, özgürlüğe ulaşılamaz. Müslümanlarla Müslüman olmayanlar, İslamcılarla laikler arasında hakiki bir uzlaşma olmalı.” ( Aydınlık, 8 Mayıs 2019)

“Müslüman olmayanlar” ve “ laiklerle” “ulusal birlik” ve “ulusal direnç” oluşturmak. Bu ifadelerde her şeyden önce ulusal devleti kabul etme ve ümmet fikrinden uzaklaşma var. Ayrıca Müslüman olmayanlar ve laiklerle uzlaşmayı, neresinden bakarsanız bakın Benna’nın ve Mevdudi’nin İslamı içinde bir yere oturtamazsınız.

Son yılların gelişmeleri ile birlikte şimdi bütün bu fikirlerin diğer siyasal İslamcılar tarafından da  kabul edildiğini ve İslamcı renkler taşıyan Partilerin çoğulcu bir siyasi yapı içinde kendilerine bir yer bulmaya çalıştıklarına şahit olacağız.

Kısacası Avrupa’da Hıristiyan Demokrat Partilerin yaşadığı evrime benzer bir gelişmeyi, şimdi Müslüman ülkelerde, kendini “İslamcı” olarak tanımlayan partiler de yaşamaktadırlar.

Not: Bütün bu konuları tartıştığım son kitabım “Siyasal İslam’ın Yükselişi ve Çöküşü” adlı kitabım Kırmızı Kedi Yayınlarından çıktı. Okuyucuların kitabı eleştirel gözle okumalarını ve görüşlerini bana iletmelerini dilerim.