15 Mart 2019 günü, tam da Cuma namazı sırasında Yeni Zelanda’da Christchurch kasabasında iki Cami’de, otomatik silahlarla bir katliam gerçekleştirildi. Saldırıda, şimdiye kadar öldüğü bildirilen Müslüman sayısı 51.
Katliamı gerçekleştiren Brenton Tarrant’ın saldırı öncesinde bütün Müslümanları ve Türkleri hedef alan uzun bir bildiri hazırladığı ortaya çıktı.
Yeni Zelanda’da Müslümanlar bugüne kadar herhangi bir sorunun kaynağı olmadılar. Nitekim katliam sonrası ülkenin Başbakanı Jacinda Ardern örnek bir tavır ortaya koydu, saldırıyı lanetledi, cenaze törenine katıldı. Ülkenin Parlamentosunda katliamın kurbanları anısına toplantı yapıldı. Yeni Zelanda’lılar da kitlesel olarak katliamın mağdurlarına sahip çıktılar.
21 Nisan günü ise Sri Lanka’nın başkenti Colombo’da, birçok kiliseye ve otele eş zamanlı intihar saldırıları ve bombalamalar gerçekleştirildi ve 200’den fazla insan öldü. Saldırıyı IŞİD üstlendi. Yeni Zelanda saldırısı Müslümanlar için kutsal olan bir günde ve Cuma namazı sırasında, Sri Lanka saldırısı ise Hıristiyanların Paskalya Bayramı kutlanırken gerçekleştirildi.
Hristiyan ve Müslüman adlarını çıkarın, birbirinin tıpatıp aynısı olan eylemlerle karşı karşıyayız.
Tanıdık bir senaryo
1980 öncesinde Türkiye’de, sağ ve sol etiketli örgütler tarafından gerçekleştirilen terör eylemleri de birbirinin aynısıydı. Ancak kurbanın kimliğinden, siyasi görüşünden hareketle saldırının kim tarafından gerçekleştirildiği anlaşılabiliyordu.
Söz konusu örgütler, başkasına ait bir senaryonun figüranlarıydı sadece. Türkiye’yi kapitalist dünya merkezlerine eklemlemeyi amaçlayan neoliberal bir ekonomik-siyasal programın uygulanmasının hazırlıkları vardı. Bu program ancak halkçı-devrimci muhalefet susturulduğu ve emekçi örgütlerinin dağıtıldığı koşullarda uygulanabilirdi. Bunun için Amerikancı bir darbe gerekliydi ve kamuoyunun da bu darbeye hazırlanması lazımdı.
İşte bu amaçla aynı merkez hem sağ hem de sol terör örgütlerini kullandı. Pusu kurmalar, insan kaçırma ve öldürmeler, rakip görüşten öğrencileri okullara almamalar vb.
Sonuçta amaç hasıl oldu. 12 Eylül 1980’de ABD’nin “Bizim oğlanları” darbe yapınca halkın ezici çoğunluğu bu gelişmeyi sevinçle karşıladı.
“Medeniyetler çatışması”
Bugün farklı dinsel ve mezhepsel inançlardan, farklı etnik kökenlerden, farklı coğrafyalardan insanların birbirlerini düşman olarak görmesi, farklı düşüncelerden insanlara yönelik kitlesel katliamların fütursuzca gerçekleştirilmesi de benzer bir sürecin sonucunda gerçekleşmektedir.
1970’li yılların sonlarından itibaren başlayan neoliberal ideolojik, siyasi ve ekonomik saldırı kendi teorisini de üretti. Samuel Huntington ve Francis Fukuyama gibi neoliberal teorisyenler, “Medeniyetler Çatışması” çağına girdiğimizi iddia ediyorlardı. Onlara göre ‘insanlık 200 yıldır bir sapma içindeydi. Kendi doğal gelişme mecrasından çıkmıştı. Milliyetçi ve sosyalist ideolojiler insan doğasına aykırıydı. Tam tersine esas olan kişinin kendini bir “kimliğe” (din, mezhep, etnik topluluk, aşiret, bölge vb) ait hissetmesiydi ve en büyük “insan hakkı” işte bu kimliklere özgürlüktü. Huntingtonlar, önümüzdeki dönemin işte bundan dolayı bu kimlikler arasında mücadeleye sahne olacağını iddia ediyorlardı.
Emperyalist sistem, bir bütün olarak sonraki onyıllarda, bu teorileri hayata uygulamanın mücadelesini verdi. Milyar dolarlar dinsel ve etnik temelli örgütlerin kurulması, örgütlenmesi ve büyütülmesi için harcandı. Farklı “kimlikler” arasında çatışmalar provoke edildi. ABD işgali sonrasında Irak’ta, işgalcilerin Sünni kılığında Şii camilerine, Şii kılığında da Sünni camilerine yaptıkları saldırılar belgelidir.
Hedef: Milli Devletleri parçalamak, yok etmek
Dünyanın her tarafında aynı oyunlar sahnelendi. Etnik ve dinsel ayrımlar temelinde bölünme demek, gelişmekte olan dünyanın paramparça olması demektir. Çünkü Kapitalist Dünya, arkada kalan yüzyıllar içinde demokratik devrimlerini yaptı. Feodal kurum ve ilişkiler buralarda esas olarak tasfiye edildi. Bu dünyada artık kabile veya aşiret ayrılıkları yok. Feodal parçalanmışlık da yüzyıllar öncesinde kaldı. Din, insanların vicdanlarındaki mütevazı köşesine çekilmiş vaziyette. Ve bu ülkelerde hiçbir dine inanmayan insanlar ise, toplam nüfus içinde ciddi oranlara ulaşmış durumda.
Oysa gelişmekte olan dünyada, feodal parçalanmışlık hala önemli bir gerçeklik olarak yaşıyor. Örneğin Libya’da ulusal devleti yıkıldı ve onun yerine 115 kadar aşiret ve dinsel topluluk arasında parçalanmış darmadağın bir Libya çıktı ortaya. Afganistan’da ağırlıklı olarak aşiretler, etnik topluluk temsilcileri ve din adamlarından oluşan Büyük Meclis (Loya Jirga) hala ülkenin siyasal ve toplumsal hayatının en önemli kurumlarının başında geliyor. Irak’ta, ABD işgaliyle laik Baas rejimi tasfiye edildi. Yerine Şeriat esaslarına göre yönetilmeyi kabul eden ve etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkları esas alan bir Anayasa hazırlandı ve ülke bu parçalanmışlıktan beslenen şiddetli iç çatışmaların içine yuvarlandı. Vd.
Yani hedef milli devletlerdir. Kullanılan araç ise Siyasal İslamcılar ve istihbarat servislerinin kullandığı Brenton Tarrant gibi tipler ve kimi yapılanmalardır.
Çünkü Milli Devletler, emperyalizmin ve siyasal İslamcıların ortak hedefidirler. 20. yüzyılda milli devletler bir yandan emperyalist sömürü ve hakimiyete önemli darbeler vurdular. Diğer yandan Ortaçağ güçlerini de ülkeden ülkeye değişen ölçülerde iktidar mevzilerinin kenarlarına ittiler.
Silah artık ellerinde patlıyor
Baştaki benzetmeye dönecek olursak; Yeni Zelanda ve Sri Lanka katliamlarının arkasındaki “akıl”ın ve “el”in sahibinin aynı merkez olduğunu bilmek için uzman olmak gerekmiyor. Ama artık böylesi katliamlarla varılacak bir yer yok. Tam tersine bu yöntemleri kullanarak tam 40 yıldır çaba gösterenler, yapacaklarını yaptılar ve şimdi artık kaybediyorlar ve tarih sahnesinden çekiliyorlar.
Gerek Christchurch, gerekse Coombo katliamlarının dünya çapında yol açtığı tepki, kullandıkları silahın emperyalist merkezlerin elinde patladığını gösteriyor.